Edebiyat dersinde hep ilk psikolojik roman olarak beynimize kazıdığımız bir kitaptı: Mehmet Rauf – Eylül. Psikolojik olarak geçmesi ne özelliğinden dolayı kaynaklanıyor bilmiyorum. Bana kalırsa hislere çok odaklanarak ve çok ince detaylarla hep hisler üzerinden anlatılan bir roman. Hatta bana biraz Jane Austen’ı andırdı diyebilirim. Kendisinden tam 100 yıl sonra dünyaya geliyor Mehmet Rauf, 1900 yılında ise Eylül’ü kaleme alıyor. Tarzlarını benzetme sebebim kişiler arasında geçen diyalogların arka tarafta oluşturduğu çağrışımlarının ve irdelenmesinin sürekli olarak kitaplara işlenmesi. Yani sürekli bir duygu silsileleri, bir his yumakları, bir drama!
Yaşananlar öyle yoğun ifade ediliyor ki, kahramanlar birbirlerine dokunmadan bile nasıl bir patlama yaşadıklarını sezebiliyorsunuz… Sonra bir anda araya bir fetiş ögesi giriyor. Kadının eldivenlerinden bir tanesini gördüğü yerde kapıveriyor adam. Kokluyor, ısırıyor… Bu kadar nazik ifade edilen duygular, söyleyişlerden sonra bunları okuyunca suratınıza soğuk su çarpmış gibi oluyorsunuz :)
….dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip gözlerime toplandığını, orada sana kavuşmaktan mesut olarak kaldığını hissediyorum. s:10
Birbirine böyle “Sen” diye hitap etmenin bahtiyarlığını şimdi anlamış kendine hitap ediyor zannettiği Suat’ın sesindeki hararet onu eritmiş idi. s:73