Goodreads üzerinden bir tavsiye ile sipariş ettim bu kitabı. İyi ki de etmişim; oldukça beğendim. Çiğdem Öztürk çok güzel aktarmış Türkçeye. Böylesine günlük yaşamdan bir kitaptan bu kadar hoşuma gidecek çıkarımlar bulacağımı tahmin etmezdim.
Bir depremle başlayan hikaye ( 1985 Şili Depremi) yine bir depremle sona eriyor. Hatta yazarda yarım bıraktığı romanını bitirme farkındalığı yaşadığı son depremle ortaya çıkıyor. Kendi otobiyografisinden bir kesit mi yoksa hayali bir hikaye mi anlatıyor tam anlayamıyorsunuz. Kendi günlük yaşamı ve yazdığı yapıt birbirine karışmış durumda. Hem deprem, hem de ülkenin politik durumu anlattıklarının içine oldukça sinmiş. Çocukluğunu anlattığı kısımda ailesinin politik tavrının çok da farkında olmayan kahraman, yetişkin bir birey olduğunda özellikle de babasının siyasi görüş ve yorumlarını duyduğunda kanı donuyor. Hatta bazen insan kendisinden parçalar buluyor. Dünyanın öte yanından bu kadar benzerlikler bulmak gülümsetiyor…
Dikkatimi çekenler
Sorunumuz tam da buydu, birbirimize hiç yalan söylememiştik. Hep dürüst kalma arzusu yüzünden ilişkiyi yürütememiştik. s:50
Yazmış olmaktansa yazıyor olmayı tercih ediyorum. Orada kalmayı, o zaman içinde yaşamayı, o yıllarda var olmayı, muğlak görüntüleri uzun uzun takip etmeyi ve özenle gözden geçirmeyi tercih ediyorum. s:51
…her şeyi bilmek isteyen, ötekinin de aynı şeyi yapması için hafızasında değiştokuş etmek üzere anılar arayan sevgililer gibi: kendilerini tahakkümün, teslimiyetin yanılgısında bulmak için. s:51
… çünkü biz o zamanlar tam da öyleydik, ikincil karakterlerdik, bez çantalarını güçlükle dengeleyerek şehri boydan boya geçen yüzlerce çocuk. s:53
Çok etkiletici, aşık olunan bir insanın yüzü, birlikte yaşadığımız, tanıdığımıza inandığımız birinin yüzü, belki de yıllar boyunca çok kısa mesafeden baktığımız, tarif edebileceğimiz tek yüz – o yüzün bile birden beklenmedik şekilde yeni ifadeler takınabileceğini bilmek güzel ama bir taraftan da korkunç. Daha önce hiç görmediğimiz ifadeler. Belki de bir daha hiç göremeyeceğimiz ifadeler. s:56
Yeniden kavuştukları şey insanlar değil, isimlermiş. Nihayet bedenler ve isimler arasındaki o mesafeyi kapatıyorlarmış. s:105
Pinochet bir diktatördü, biliyoruz, birilerini öldürdü, ama en azından o zamanlar memlekette bir düzen vardı. Gözlerinin içine bakıyorum. Acaba ne zaman, diye düşünüyorum, ne zaman babam böyle bir insana dönüştü? Yoksa hep mi böyleydi? Hep böyle miydi? Bunu kendimi zorlayarak,keskin ve acı dolu bir teatrallikle düşünüyorum: Hep böyle miydi? s:115
Benim hikayemi mi anlattın, dedi, sana minnettar olmam gerekir, ama bence hiç de öyle değil, çünkü bu hikayeyi kimsenin anlatmamasını tercih ederdim. Ona hikayenin tam olarak onun hayatı olmadığını, sadece birtakım görüntüleri, bazı ortak anılarımızı kullandığımı açıkladım.
Mazerete gerek yok, dedi:
kasada biraz para bırakmışsın, ama yine de bankayı soymuşsun işte, dedi. s:141
Eme’den bahsederken geçmiş zaman kullanıyorum. Hem üzücü hem de kolay oluyor: artık yok.
Ama kendimden bahsederken de geçmiş zaman kullanmayı öğrenmeliyim. s:142