Bazen düşünüyorum… Gerçekten ne kadar temiz ve saf dünyaya geliyoruz. İnsan yaşadıkça, gördükçe ve okudukça bilinçleniyor, aydınlanıyor. Binlerce yıldır katliamdan katliama, savaştan savaşa koşan, güçlünün güçsüzü haince ezdiği, işine geldiğinde kıydığı, belirli bir topluluğun çıkarı için diğerlerinin tüm değerlerinin yok edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bunun en iyi örneği ilk insanlığın doğduğu kıtanın zaman içinde dünyadaki farklı yapılanmalar sonucu insanlığın çöplüğü haline getirilmiş olması. Neresi mi? Afrika elbet… İşin üzücü kısmı ise buralarda kendi çıkarları için yapmadıkları kalmayan ülkelerin zamanında pişkin pişkin bunu lanse etmesi. Geçenlerde denk geldiğim bir kartpostal serisi.
Bir de yeni keşfedilen topraklar var tabii, Yeni Dünya! Amerika’dan bahsediyorum elbet, güneyli kuzeyli… Avrupalıların gelip önce madenlerini (altın gümüş, kalay, inci) sonra tarım ürünlerini (kahve, kakao, şeker, muz, pamuk) tükettiği; insanlarının soyunu kuruttuğunu, kurutamadığını zincire vurup köle olarak çalıştırdığı yerlerden bahsediyorum. Kitap 15.yy’dan başlayarak ülke ülke kim nerede ne yapmış anlatıyor. Hammadde deposu olarak kullanılan bu ülkeler, birçok yaptırımlarla tek ürün üretimine hapsediliyor. Ürettiklerini de bir adım ileriye taşıyamıyorlar. Örneğin şeker deposu olan Küba, şeker ihraç edip şekerleme ithal ediyor. ( Se exporta azúcar para importar caramelos / Fidel Castro)
“Hernán Cortés, Veracruz’a ayak bastığı vakit yanında sadece 100 denizci ve 508 asker bulunmaktaydı; emrinde de 16 at, 32 kundaklı yay, 10 tunç top ve çok sınırlı sayıda arkebüz, alaybozan ve tabanca vardı savaşta kullanmak üzere. Bu kadarı yetti de arttı bile. Oysa Aztek Uygarlığı’nın başkenti Tenochtitlan, o çağda Madrid’den beş kat daha büyük ve İspanya’nın en önemli kenti olan Sevilla’dan iki kat daha kalabalıktı.” s:32
İçinizde hiç Potosí kentini duyan oldu mu? Irzına geçilip sahip olduğu tüm madenler çıkarılmadan evvel devrinin en parlak en zengin şehirlerinden biriymiş, Bolivya’da…
“Aşırı coşkulu bazı Bolivyalı yazarların iddiasına göre, İspanya, üç yüzyıl boyunca Potosí’den çıkarılan madenle, gümüş tepesinin doruğundan, okyanusun öbür yakasındaki Krallık Sarayı’nın kapısına ulaşan gümüşten bir köprü kurabilirdi.” s:41
2009 yılında Hugo Chavez Obama’ya sömürüyü öğrensin diye bu kitabı armağan edince tekrar gündeme gelen kitap Amazon’da bestseller olmuş; 2015 yılında yazarın hayata vedasıyla tekrar hayatımıza girdi. Zaten listemde olan bir kitaptı; okuma zamanı geldi dedim. Kolombiyalı arkadaşıma bu kitabı okuduğumu söyleyince hemen bana kitabın yazarının daha sonrasında bir açıklama yaparak kitabı yazdığı 1971 yılında ekonomiyi ve dünyanın nasıl döndüğünü bilmediğinden bahsettiğini söyledi.
“No tenía conocimientos de economía ni de política cuando lo escribí”
Ekonomist dergisi ise Galeano’nun yıllar sonra yaptığı bu çıkışı (yaşadığımız zamanda yazdığım kitabı okunabilir bulmuyorum) İsa’nın havarilerinin aslında “Yeni Ahit” tamamen bir yanlış anlaşılma demesi gibi şeklinde yorumlamış.
Yazısı Tepav’da ve Radikal’de yayınlanan Türk bir Ekonomist ise şöyle yorumlamış: Gerek Latin Amerika, gerek Türkiye gerekse Filistin’in durumlarında hep “ötekini” suçlamak var.
Bir nevi tembelliğe prim. Yan gelip yatıyorsunuz. Bekliyorsunuz. Üstelik hiç bir şey yapmayınca masum oluyorsunuz. Hep öteki suçlu kalıyor. Dünya hiç değişmiyor.
Yazarın kendisi ise 2009 yılında yapılan bir röportajda diyor ki:
No sólo Estados Unidos, sino algunos países europeos han sembrado dictaduras por todo el mundo. Y se sienten como si fueran capaces de enseñar lo que es democracia.
Bu demokrasi öğretmenleri askeri diktatörlüğün fabrikaları aslında. ABD ve bazı Avrupa ülkeleri demokrasiyi öğretmeye muktedir olduklarını sanıyorlar.
Latin Amerika ülkelerinin süregelen başarısız ekonomik durumlarını IMF’ye, Amerika’ya vb. atfetmek doğru değil diye düşünüyorlar yukarıdaki makalelerde. Latin Amerikalıların Galeano’nun tersine uluslararası ticarete ve çok uluslu firmalara kapıları açık bir siyasi güdümde oldukları, hatta ABD destekçisi oldukları belirtilmiş. Hatta ve hatta ABD’yi en çok seven iki ülke ABD orduları tarafından en çok işgale uğramış iki ülkeymiş: El Salvador ve Dominik Cumhuriyeti. Stockholm Sendromu?
Benim gözlemlediğim ise ezilmiş, sömürülmüş ülkelerden gelen insanların sanki önceden tanımlanmış gibi tüm sömürgeci ve zengin ülkelere ekstra bir hayranlık beslemesi ve kendilerini doğuştan “kaybeden” olarak tanımlamaları. Bunun içinse oyuna dahil olup en azından bireysel olarak kendilerini kurtarma iç güdüleri…