İki gündür ayrı bir dünyadayım sanki, okuduğum Hulki Bey ve Arkadaşları ‘nın etkisinde yine İstanbul’un 60-70 sene öncesine döndüm… Tıpkı ‘Hatırla Sevgili’ dizisini izlerken kapıldığım hislere kapıldım, ya da Ayşe Kulin’in Hayat ve Hüzün kitaplarını art arda okurkenki hissettiklerime…İstanbul Beyoğlu sahnesinde geçen her hikaye , okuduğum her kitap, izlediğim film/dizi beni çok etkiliyor. Issız Adam’ı bile Beyoğlu’nda geçtiği için sevmiştim. Benim dünyamda olup bitiyordu çünkü her şey. Ben de 2000li yılların bir Beyoğlu müdavimi olarak, zaman zaman kendimi demirbaşı hissettiğim bu muhitin geçmişte neler yaşadığını , başına neler geldiğini çok merak ediyorum. Hulki Bey ve Arkadaşları ise tam 1940ları50leri anlatan, 6-7 Eylül 1955 olaylarına değinen bir kitap…Istanbul gayrimüslimleri hala Beyoğlu’nu mesken bellemişken, hala bu kültürün vazgeçilmez parçalarından biriyken…Ben bile bu son 10 sene içerisinde İstiklal Caddesi’nin geçirdiği evrime şahidim, her 10 senede ne kadar çok değişiyor bir cadde. Ne badireler atlatıyor, neler yaşıyor, en önemlisi, siz bu on senede bu caddede neler yaşıyorsunuz?
Σεπτεμβριανά/ Septembriana…Hulki Bey ve Arkadasları
Kitabı okurken yer yer mağaza isimleri, dükkan adları, restoran adları geçiyor. Gözüme tanıdık bir isim çarpmadı. Sadece sokak adları, bina adları. Küçükparmakkapı sokak, Büyükparmakkapı sokak, Meşelik Sokak, Agia Triada Kilisesi, Afrika Pasajı ( Afrika Han) … Kısa bilgi: Osmanlı zamanında Ragıp Paşa demiş ki Osmanlı’nın yayıldığı tüm kıtalara atfen hanlar yaptıracağım. Afrika Han bunlardan bir tanesi, Rumeli Han Avrupa’yı Anadolu Han ise Asya ‘yı temsil ediyor. Kitapta Rum meyhaneleri, Bulgar manavları, Beyoğlu’nun hala farklı kültürel birleşimini oluşturan insanlardan ve mekanlardan bahsediliyor. Günümüzde bu farklı kültürler belki anca turistlerle sağlanıyor, ya da yabancı liselerin sayesinde bu liselerde çalışan yabancı hocaların Cihangir / Gümüşsuyu civarlarında oturmasıyla, İstiklal’ı ev bellemeleriyle.
Ah o zamanlar! İstanbul Hanımefendileri, Beyefendileri… Türk Tangosu. Seyyan Hanım’ı, Şecaattin Tanyerli’si…2 dirhem 1 çekirdek Beyoğlu’na gidilen günler, kitabın kahramanı Hulki Bey, abisinin garsoniyerinde sevgilisiyle yaşarken bile sofraya kravatlı ve ceketli oturuyor. Böyle görmüş çünkü. Galatasaray Lisesi’nde de geçiyor romanın bir bölümü, çünkü Hulki Bey ve Arkadaşları yani 4 kafadar, Galatasaray Liseli. O zamanların Fransızca modası, yabancı Fransız liseleri. Büyükada semaları, yazlığa Fenerbahçe’ye ya da adalara gitmek. Oralarda yaşanan aşklar. Saf duygular… Teknolojinin olmamasından kaynaklanan sıkıntılar, belki de güzellikler. Perçinlenen özlem, yoğun duygular. İstanbul daha az nüfusluyken, daha kültürlüyken, içinde barındırdıklarıyla İstanbul olabilmişken. Kitapta yine ailenin kabul etmediği bir ilişki var: Farklı dinler, farklı kökenler. Ne büyük dert! Aynı dili konuşurken, aynı derdi ve sevinci paylaşırken. Gençlerin ailelerin bu rest çekişlerine karşı yılmayıp kaçma istekleri. Daha 18 bile olmamışken tası tarağı toplayıp, bir Rum kızının sevgilisiyle uzak diyarlara gitmek için gemiye binebilme cesareti. O zamanki aşklar, bakışlar, hisler bana bugüne nazaran daha kuvvetli geliyor. Çünkü günümüzde ‘özlem’ duygusunu yitirir gibiyiz, her an ulaşabileceğimiz, mesajlaşabileceğimiz, arayabileceğimiz uzaklıktalar genelde insanlar. Oysa romanda Rum kızı kendisine sebep göstermeden, beraber kaçacaklarken, tek başına gemiye atlayıp Fransa’ya giden sevgilisine her hafta ama HER HAFTA bir sene boyunca mektup yazıp neden böyle yaptığını soruyor. Başkasını bulurum demiyor, umudunu yitirmiyor. Ve haklı da, zaten sevgilisi baba baskısıyla gittiği Fransa’dan, babasının ölüm haberini alınca paşa paşa dönüyor, 1 sene sonra. Kavuşuyor sevgililer ta ki 6 Eylül 1955’e kadar, fakat sanacağınızın aksine Rum kızına bir şey olmuyor. Babasının meyhanesi yakıldığı haberini alan kız ok gibi evden/garsoniyerden fırlarken, peşine düşen sevgilisi, kızın gözlerindeki kızgınlığı görünce kıza tokat atıyor. Bu sırada polis duruma el koyup adamı sıkıştırırken, o karmaşada, geçen bir tank adamı çiğniyor ve Hulki Bey Hakk’ın rahmetine kavuşuyor. Hem de bu olaylar tam da 10 senelik beraberlikleri sonrasında, 2 kürtaj sonrasında, Hulki Bey’in evlenme teklifi edeceği güne denk geliyor. Bugüne kadar kızın, asabi abisinden korkan Hulki Bey anca o gün bunu gerçekleştirebilecek cesarete sahip. Maalesef ölüyor ve bir aşk daha Beyoğlu semalarında sonsuzluğa kavuşuyor. Katya perişan, Katya…
Lise yıllarıma dönüyorum, hazırlık senem… Kınalıada’ya gidişlerimiz. Adada Ermeni asıllı bir arkadaşımın annesinin davetiyle yazlıklarına gidip sohbet edişimiz. Bize bir sürü şey anlatması. Türk kökenlilerle yapılan evliliklerde doğan sıkıntılardan bahsetmesi: Düğün kilisede mi? Çocuk vaftiz edilecek mi? Erkekse sünnet olacak mı? vb..
Daha sonra Lise 3 dersane zamanlarım, Fenciyim, Uğur Dershanesi’ndeyim, Beşiktaş’taki. Sınıfta birileri dikkatimi çekiyor. Birbirleriyle şakalaşıyorlar, ama konuşurken arada bir anda başka bir dile geçiyorlar. Sonra fark ediyorum ki Rumca. Lise hayatım boyunca Ermeni, Yahudi arkadaşlarım oldu hep, ama Rum arkadaşım hiç olmamıştı. Dimitri, Ahilea birbilerine bilingual olarak Türkçe ve Rumca küfrediyorlar. Daha sonra görüyorum, Galatasaray’a gelmeden yan sokakta kalan Rum Lisesi’ni. Zoğrafyon Rum Lisesi.. Çok az kaldık biz diyor Ahilea, çok az…
Lise son, üniversite hazırlık. Başka bir dershanedeyim bu sefer. Sınıftaki Yahudi arkadaşım dert yanıyor bir gün de… Sinagog patlamasından sonra, cemaatlerine gelen huzursuzluk. Çoğunun yazlığının Büyükada’da olmasından dolayı, Büyükada’daki plajın duvarlarına yazılan tehditler, gamalı haç koymalar…
Üniversite zamanıma dönüyorum. Çok sevdiğimiz Pandora Kitabevi’nin sokağındayız. Büyük Parmakkapı Sokak. Mısra ileyiz. Bir bakıyoruz Hayal Kahvesi’nden konser sesi geliyor. Binanın adına bakıyorum? Afrika Han… Sonra önündeki tezgahtan bileklik alıyorum, pembe deriden. Mısra önceki gün almış…
Sonra halam Arnavutköy’deki ofisinden çıkıp Meşelik Sokak Dünya Han’a taşınıyor. Agia Triada Kilisesi’nin tam karşısında. Yıllarca kubbeleri meydandan gözüken kiliseyi bu sefer sık sık ofis camlarından seyrediyorum.
İstanbul son 10 yılda bile çok değişti. Kapanan Vakko…Açılan Demirören…Açılan Küçük Beyoğlu. O sokaktaki tüm takı tezgahlarının kaldırılmak zorunda bırakılması. Oysa ki, ben her hafta alışveriş ederdim ordan. Öyle ki tezgahtarlar bana çay ısmarlayıp tezgahı bırakır giderlerdi zaman zaman…Sinepopu geçip ilerleyince karanlık sokaklar başlardı. Şimdi, oralar KB oldu. Asmalımescit’in değişmesinden hiç bahsetmeyeceğim. Gitgide Bağdat Caddesi’ne benzeyen bir İstiklal Caddesi var artık…
Kitaptan sevdiğim kısımları yazmak istiyorum:
”On sekizle yirmi yaş arası, kırk son sınıf öğrencisi, ergenlik çağlarının ulaşılmamış özlemlerini elleriyle tükettikten sonra, geriye kalanını, rüyalarının yeteneğine terk etmiş, uyuyordu.” Syf: 95
”Sen tiyatroda, üç değişik role çıkan aktör hiç görmedin mi? Adam, hep aynı adamdır. Bir koşar kulise, kostüm, makyaj değiştirir; bir koşar, yeni makyaj, değişik kostüm…Sürer gider böyle. Sen seyredersin. Seyrettiklerin değişik kişiliklerdir. Ama oynayan aynı adamdır ya da aynı kadın. Tıpkı bunun gibi Şeytan da, Azrail de, Tanrı da tektir. Değişen, kostümle makyajdır.” Syf:220
”Bin yıl, bin kocadan artakalmıştı, ama bakirdi. Gerçi, başına her şey gelmişti, ama ırzına geçilmemişti. Onun için, bin yıldan bu yana bakirdi. Meryem gibi. Ta ki, 1955 Eylülünün 6’ıncı gecesi ırzına geçilinceye dek.” Syf:233
3 Comments
Comments are closed.
Hulki Bey ve Arkadaşları’nı, yayımlanmasından on, yazarının edebiyat dünyasına dönüşünden elli sene sonra okudum. Bir “debut” romanın bu kadar leziz oluşu, yazarın külliyatının geri kalanını okurken sayfaları en baştan yüksek bir beklentiyle çevireceğimiz için bir parça tehlikeli aslında – lakin, Yiğit Okur, çıtayı düşürmek bir tarafa, her romanıyla kendisine duyduğum hayranlığı perçinledi; on yıllar önceki İstanbul’u, şimdikinden çok daha huzurlu, pitoresk ve eşsiz haliyle resmetti; benden evvelki iki kuşaktan dinlediğim İstanbul’u kelimeleriyle diriltti. Romanlarında bahşettiği edebi zevke ek olarak, son olarak yayımlanan hatıratında “kendini temize çekti, tortuya hayat verdi”. Yıllar önce bir gazeteye verdiği mülakatta üç cilt olarak tasarladığı anıları bir türlü çıkmayınca meraklanmış, Ali Sirmen bir pazar yazısında kendisini anınca, hatıratın akıbetini ona sormuştum. Bu gecikmenin, yazarın düşüp kalçasını kırmasından doğduğunu da böylece öğrenmiş oldum.
Beyoğlu, herhalde İstanbul’un demografisinin son yarım asırdaki trajik değişimini en berrak yansıtan muhit. Anneannemin kolej yıllığında (1951) hemen her sayfada göze çarpan Rum öğrencilerin, mezuniyetlerini izleyen yıllarda, peyderpey, bizlerden çok daha eski sakinleri oldukları bu şehri terk etmek zorunda bırakılışları ve yerlerinin “kentli” olamayan kimselerce ikame edilmesi, Beyoğlu’nun “ruhuna” mal olmuş. Daha sonraki yıllarda baş gösteren asayiş problemleriniyse anne ve babamın kuşağından dinledim. 2000’lerin başlarında bile, örneğin, Ömer Hayyam’dan Muammer Karaca Tiyatrosu’na doğru yürürken, babamın istim üzerinde olduğunu hatırlıyorum. Yiğit Okur da anılarında, Galatasaray Lisesi’nin 60’lı, 70’li yıllardaki halini anlatırken muhitin almış olduğu bu tekinsiz duruma değinmiş.
Kitabı okuyuşumun üzerinden geçen beş yılı aşkın süreden sonra bu yazına denk gelmek çok mutlu etti beni. Şecaattin Tanyerli’ye, Seyyan Hanım’a iyi ki değinmişsin. Bir zamanlar böyle bir dünya varmış hakikaten de. Şimdiyse, dediğin üzere, Bağdat Caddesi’ne evrilen, nev-i şahsına münhasır özelliklerini kaybetmeye yüz tutmuş bir Beyoğlu var. Pandora’nın yabancı yayınlar kısmı da Valikonağı’na taşındı zaten.
Son birkaç söz de Beyoğlu’ndaki sokak isimleri üzerine. Muhitteki “gayrimüslim” izlerini silmeye kararlı irade, Türkçe olmayan isimleri değiştirme kararı almış; gelgelelim. hala varlığını sürdüren Balyoz Sokak’ın ismine dokunmak kimseciklerin aklına gelmemiş. Balyoz, Rum elçisi demekmiş halbuki.
Ne yalan söyleyeyim Yiğit Okur’dan başka bir kitap okumadım daha. Gerçekten de ilk eserinin bu olması epey etkileyici, böyle birkaç yazar daha var. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı da böyle misal.
2000li yılları ben de hatırlıyorum, biz ortaokuldayken tünelin orada yürümeye cesaret edemezdik. Halbuki o kadar müzik dükkanı var ama grup halinde olduğumuzda bile dolanamazdık o civarlarda. Sonra 2002 yılında Galata’nın orda liseye başlayınca iyice fark ettim. O zamanlar bile zor yürürdük o civarda. En tekin yeri Bankalar Caddesi’ydi yine… Kamondo Merdivenleri’nden aşağı inmek… Ama Galata civarı şu an o kadar turistik ve o kadar değişti ki, inanamıyorum.
Aaa ben o açılan Pandora’yı gördüm ama sadece yeni bir şube sanmıştım. Yabancı yayınların taşındığını bilmiyordum. Ona bakılırsa Şişli’de Ermenilerin yaşadığı mahalleler bile bile isimlendirilmiş gibi: Bozkurt Mah, Ergenekon Mah, Talat Paşa İlköğretim Okulu gibi. Yine Cihangir ve Tophane civarındaki sokak isimleri de fena… Türkgücü , Başkurt gibi… Daha önce de dediğim gibi İstanbul’un mozaiği bozuldu evet ama öncesinde de çok entegre bir yapı yokmuş aslında. Herkes kendi “ghetto” sunda, kendi dilini, dinini yaşadığı bir yaşam alanı kurmuş.
Pingback: Salt Beyoğlu, December 2013 | egecita