Eğer benim gibi Sefarad müziğine tutkun biriyseniz ve kraliyet aileleri de ilginizi çekiyorsa; Türkçe yazılmış bu tarih romanını beğeniyle okursunuz. Okurken yazarın Osmanlı “ecdatlarından” ne kadar gururlu olduğunu sezebiliyorsunuz o açıdan Şu Çılgın Osmanlılar diye nitelendirdim bu kitabı. Yanlış anlamayın ben de gururluyum zamanında birisi böyle bir katliamdan kurtarabildiği kadar kişiyi kurtarıp kendi topraklarında yaşama şansı verdiği için. Sadece içinde bazı kısımlar vardı ki oy oy oy, tam gaz Osmanlı. Sadece biz kendimiz kendimizi böyle görüyoruz ne acı. Hakikat ne olursa olsun her millet kendi şekillendirdiği tarihle büyütüyor çocuklarını; biz de öyle. Yazar, kafasındaki eleştirileri romanın aralarına serpiştirmiş hep; örnek vermek gerekirse:
“Ama bir vakit gelecek, bizim bu yazdığımız harfler anlamlarını yitirecek. İnsanlar ne bu yazıları okuyabilecek ne de onların kıymetini anlayabilecek”
Beyazid, “Ama bu nasıl olur,” diye sordu. “İnsanlar kitapları, kütüphaneleri mi yakacaklar? Hani bir zamanlar Moğolların Bağdat’ta yaptıkları gibi?”
Hamdullah, “Daha kötüsü,” dedi. “Bir kütüphane yakarsın, on tanesi ayakta kalır. Bir sayfa yırtarsın, diğer sayfalar sana yeter. Senin gördüğün o türden bir şey değil. Çok daha vahim. İnsanlar kendi harflerine yabancı kalacaklar, kütüphaneler ve kitaplar ayakta olacak ama onları okuyamayacaklar, anlayamayacaklar… Gün gelecek bir vav harfinin güzelliği insanı mest edecek, gün gelecek koca bir kitabın yerdeki toz zerresi kadar kıymeti kalmayacak”
Latin alfabesine geçilmesinin elbette ki Türkiye’nin yeni kimliğiyle bir ilgisi var. Bunun da doğal olarak getirisi/götürüsü oldu. Bu şekilde romanının içine sıkıştırmasını beğenmedim ben. Daha sonra yazarı sosyal medyada inceledim biraz belki de ondan objektif yaklaşmadığını düşündüm yazdıklarına…