İlk “In Bruges” filmiyle namını duyduğum bir yer olmuştu burası. Kim konusunu açacak olsa “oyy çok güzel” demeden geçmiyordu hiç. Ben de ayağımın tozuyla hemen yola çıktım, atladım trene geldim. Brüksel Merkez (böyle deyince komik oldu, Adana esprisini es geçiyorum) tren istasyonundan Brugge 1 saat 15 dk sürüyor. Eğer haftasonu gelmeyi tercih ederseniz: S ü r p r i z. Dönüşünüz beleş. :) Yani git-gel €28-29 verecekken 15 papele olayı hallediorsunuz, Weekend Bileti almanız lazım tabii ki. Ben aynı gün gittim döndüm diye mi bu kadar indirim oldu bilmiyorum, normalde sadece dönüş bileti %50 indirimli oluyormuş.
Geldik Brugge’e, bi çıktınız merkez filan değil aaa nerdeyim diye bir his oluşabilir. Kafama göre yürürüm de bir seçenek olabilir, ben çıktım info’nun “i” sini takip ederek, turist bilgilendirme ofisini buldum harita aldım, işaretlettirdim ve şehre daldım. Şehre daldığım yerde ilk gözüme çarpan hoş bir kilise oldu. Biraz ilerleyince yol boyu yan yana binalar epey hoşuma gitti ve sonunda meydana vardım. Vay-vay, vay vay vay vay tosunoo. Sağımda olanca ihtişamıyla Belfort/Belfry kulesi, kocaman bir meydan. Belfort tepesinden şehri görmek keyifli. Bunun için bir saatinizi ve €10 gözden çıkarmanız gerek. Sınırlı sayıda kişiyi içeri saldıklarından beklemeli bir yer ve asansör yok ve 366 basamaklı.
Tepeden gördüğüm kanallara vuruluyorum iner inmez bir tekne turuna yazılıyorum. 30 dk €8, makul. Kaptanımız her yeri papağan gibi İngilizce, Fransızca ve Flamanca üçer kez anlatıyor. Benim gibi hiç tur atmadan hoop kanal gezerseniz kafanız karışabilir aslında ufak bir alanda gezip duruyorsunuz.
Kaptan hala kendi orijinal konumunda bir aile işletmesi olan bira üretim yerinden bahsediyor. De halve Maan ( yarım ay) isimli yere uğruyorum, tura katılıyorum. İnatla ilk üretim yerinden taşınmayan imalathane içine sürekli yeni yatırım alarak en modern yöntemlerle neredeyse her şey otomatize edilmiş bir şekilde haftanın üç günü üretim yapıyormuş. Burası Henri Maes’in kurduğu bir aile şirketi. Kuşaklar da Henri II, III gibi gidiyor. Torunu filan da başka biracıya vermiş iyice bira hakimiyeti kurmuşlar. Rehberimiz diyor ki Cumartesi günü bakanların katılımıyla bira boru hattı çekilecek! Gerçekten de şimdi arattım hat çekilmiş :) 3.2 kmlik bir boru hattı bu, malum şehir küçük ve kanallı taşımacılık zor. Bu hatla saatte 4000 litrelik bira ( 12 bin şişeye denk geliyor) akıyormuş…
Biramı da içtikten sonra çeşitli dantel ve çikolata dükkanlarından sıyrılıp az kilise gezdim biraz da kilise gezeyim diyorum. Bu gidişle ben kesin hacı filan olacağım, İsa’nın kanının olduğunu iddia ettikleri bir kumaş parçasını bünyesinde bulundurarak ruhani dünyada sükse yapan Holy Blood bazilikasına gidiyorum. İncil’de filan yazmıyor bu durum ama işte Aramatyalı Yusuf, İsa’nın ölü bedenini yıkarken almış bu kanı da Haçlı Seferlerinin birinde Brugge’e gelmiş de filan öyle hikayeler. Bu arada şişe Konstantinapolis’de yapılmış, sevindik mi? :) Şapel güzel Allah’ı var, amma kanın sergilendiği alanı çektirmiyorlar. İnsanlar baya kadın din görevlisinin sunduğu şişenin olduğu kürsüye ellerini yaslayıp dua filan ediyor. Burdan çıkıp Michelangelo göreyim bari diyorum ve ver elini The Church of our Lady diyorum.
Michelangelo’nun İtalya sınırları dışındaki tek heykeli olmakla meşhur olan bu eseri (1504 yapım tarihli) görmek için de ücret ödeniyor. Kiliseyi ikiye bölmüşler, €8 ödüyorum ve geziyorum. Aynı zamanda Mary of Burgundy’nin lahiti de burada ( Hi Başak!:) )
Burayı da gezdikten sonra bir bit pazarına uğruyorum sonra aklıma turist ofisinin işaretlediği tam anlamadığım bir mekan geliyor: béguinage
Şimdi bu konsept baya ilginç, burası yine dini bir alan. Yemin etmemiş rahibe(!?)lerin inzivaya çekildiği bir yaşam alanı, kompleksi, ne derseniz. Ten Wijngaerde (Bruges Béguinage) olarak geçen yeri Konstantinapollü Margaret ( baktım ama neden böyle deniyor ilk bakışta göremedim) 1244 yılında kurmuş. Buraya gelen kadınlar dindar kendi uhrevi hayatını yaşıyor ama isterse çekip gider evlenir olay bu.
Yolculuğumuz burada sona erdi! :)