İddialı bir okuma ile karşınızdayım. Yıllardır dünya edebiyatı klasiklerinin baş taçlarından biri olan iki ciltlik bu kültleşmiş romanı okumak istiyorum. Kısmet Corona zamanlarınaymış. Anca da Corona zamanında okurmuşum. İki kitabı tam bir ay içerisinde okumuşum anca onca zamanım olmasına karşın. Aslında hikaye sürükleyici geldi bana. Biraz pembe dizi misali akıyor arada çat diye kesiliyor savaş sahneleri giriyor. Bir süre sonra da yarı belgesel yarı drama / docudrama / yarı belgesel filme bağlıyor. Çünkü Tolstoy araya girip açıklamalar yapıyor, bazen zamanı ileriye sardırıyor; bazen karakterler hakkında yorum yapıyor. Tarz olarak bana ilginç geldi. Akışı biraz yoruyor tabii bu kesintiler.
İçinde gerçekten çok karakter var keşke böyle romanlara bir aile ağacı ve birbirleriyle bağlarını koysalar hatta kitap ayıracı gibi olsa da rahat okusak. Sanırım bu “Yüz Yıllık Yalnızlık”ta vardı. Kitabın ilk sayfalarında “Kont” diyor ama hep hangi kont olduğunu söylemiyor bazen kafam karışıyor. Çünkü tek kont olduğunu düşünüyorum meğer Rusya’da bu tip rütbe gırlaymış. Bir sürü Prens/Prenses bir sürü Kont/Kontes.
Fransa’nın tüm Avrupa’ya saldırarak Rusya’ya kadar ulaşması kitabın içine yedirilmiş. Karakterler askere gidiyor siz de savaş alanına dahil oluyorsunuz. Burada yine Tolstoy’un iç sesi diyeyim artık aralara girerek yorumlar yapıyor. Bu anlamda biraz vatanseverlik sızdırılmış yorumlar diyebilirim. Yani nötr değil kesinlikle…
Karakterlerin birbirleriyle olan ilişkisi bir süre sonra Dawson’s Creek‘e bağladı. Özellikle Natasha isimli karakter. Kimlerden evlenme teklifi aldı, kimlere gönül verdi sonunda kiminle evlendi. Hayaller-Gerçekler… Bu kadar sık bu değişimi yaşaması ve taliplerinin bir şekilde birbirleriyle alakalı olması bana Dawson’s Creek tadı verdi. Bir bakıyorsun aldığı ilk evlenme teklifini eden adam, müstakbel eşiyle savaş sahasında karşılaşıyor. Bir bakıyorsun delicesine aşık olduğu Andrey Bolkonsky’nin kankasıyla evlenmek durumunda kalıyor. Kime niyet kime kısmet diyelim. Ya da kimin eli kimin cebinde mi?
İşin daha da bombası çocukluk aşkı olan kuzeniyle aynı evde büyüyen Nikolay Rostov karakteri, kıza evlenme sözü vermiş olmasına karşın sözünü tutamıyor. Üstüne üstlük başkasıyla evlendikten sonra kuzenini karısıyla oturduğu çiftliğe aldırıyor. Bu nasıl bir aile dramıdır nasıl bir gerginlik ortamıdır ben anlamıyorum.
Romanın farklı filmleri ve BBC’nin 2016 yapımı bir dizisi bulunuyor. Ben de bir heves diziyi izlemeye başladım. Kitabını okuduktan sonra böyle bir görsellik gelmesi hoş oluyor.
Biraz tarihsel gitmek gerekirse de roman Napolyon Savaşları’nı kısmi olarak ele alıyor daha doğrusu Rusların müdahil olduklarını. İlk olarak 1805 civarı Rusların, Avusturya’ya yardım etmek üzere o civara yollanmasıyla savaş sahneleri başlıyor; Fransızlarla Rusların müttefiği olan Avusturya arasında geçen Ulm Savaşı ile savaş sahneleri başlıyor. Ulm Savaşı‘nı Avusturya kaybediyor. Askeri okullarda hala okutulan bu savaşta Napolyon, Avusturya’ya direkt saldırmak yerine yardım beklediği Ruslarla bağlantısını koparıyor. Yani Avusturya’nın geri hatlarına doğru ilerleyip onların dışarıdan destek almasına engel oluyor.
Bir ay sonrasında yapılan Schöngrabern Savaşı’nda ise Fransızlar’ı taktikle oyalan Ruslar iki hafta sonra gerçekleşecek Austerlitz Savaşı’nın yenilgisinin önüne geçemiyor.
Austerlitz Savaşı ise Ulm Savaşı ile birlikte yine askeri okullarda okutulan Napolyon’un yaptığı taktik ile zafer elde ettiği bir karşılaşma olmuş. Düşmanına kendi ordusunun zayıf olduğu izlenimini veren Napolyon arada ateşkes de isteyerek bu hissiyatı taçlandırıyor. Sonrasında ise Viyana’da bıraktığı süvari birliklerinin de savaşa katılmasını sağlayarak Rusların beklemediği bir anda, güçlendirdiği ordusuyla ortalığı darmaduman ediyor.
İlerleyen kısımlarda (ikinci ciltte) ise Napolyon ordularının Rusya’nın içine kadar sızmasını ve durumun 1812’de çok tartışılan Borodino Muharebesi‘ne evrilmesini görüyorsunuz. Bu savaş her ne kadar Fransa’nın Moskova’ya girmesine sebep olduysa da bir iki ay sonra dayanamayıp geri çekilmesi ve Rusya’dan çıkmasıyla kazananı kim belirsiz bir kimliğe bürünmüş bir savaş. Bunu da Tolstoy romanında sorgulaya sorgulaya kafanıza sokuyor :) Aynı zamanada bu savaş Üçüncü Koalisyon Savaşları’nın da sonuncusu oluyor.
Bu savaşa ithafen Dire Straits’in gitaristi/solisti ve söz yazarı Mark Knopfler’in 1996 yılında çıkardığı solo albümünde “Done with Bonaparte” diye bir şarkısı bulunuyor.
Benim için altını çizebileceğim çok bir yeri yoktu açıkçası. (Dikkat EGe linç geliyor :) ) Ama örnek vermek istersem şurası dikkat çekiciydi.
“Ayrı ayrı uluslardan, ayrı ayrı görüşlere sahip olan tarihçiler aynı olayı anlatmaya kalkışınca birinin bu gücün ne olduğu konusundaki anlayışları tamamen karşıttır. Tarihçilerden biri olayın Napolyon’un iradesiyle, ikincisi Aleksandr’ın iradesiyle, üçüncüsü herhangi bir başka üçüncü kişinin iradesiyle meydana geldiğini ileri sürer. Bundan başka tarihçiler aynı kişiyi ele alsalar bile iradesinin gücünü nerden aldığı konusunda da birbirleriyle zıtlığa düşerler. Bonapart’ı tutan Thiers diyor ki Napolyon’un gücü iyilik etmesinde ve dehasındadır! Cumhuriyetçi olan Lamfrey ise Napolyon’un gücünün sahtekarlığa ve halkı aldatmasına dayandığını söyler. Böylece aynı ulustan olan tarihçiler bile birbirlerinin görüşlerine karşı çıkarak bu davranışlarıyla olayları meydana getiren güç kavramlarını yok ediyor ve tarihin özü ile ilgili soruya hiçbir cevap veremiyorlar. s:847