Oslo’dan Kopenhag’a DFDS’in gemisiyle geldik demiştim. İndikten sonra hemen 24 saat geçerli bir bilet aldık ama bence gerek yokmuş. Oteliniz çok uzakta değilse, Kopenhag’da görülecek çoğu yer yürüme mesafesinde…
Biz burada merkezi ama basic bir oteli tercih ettik. En büyük eksisi check-in 15:00 sonrası ve bavul bıraktığınızda ekstra ücret ödüyorsunuz. Onun haricinde lokasyon çok iyi.
Genel anlamda Kopenhag çok renkli ve hareketli bir şehir. Oslo ile alakası yok. Çok daha fazla turist var ve biz güzel havalara denk geldik. Burada da kendimize 3 günlük bir Kopenhag Kart aldık fakat Oslo Karta göre dezavantajı var. Mekanlara birer kere girebiliyorsunuz. İçine toplu taşıma da dahil fakat toplu taşımayı çok da kullandığımızı söyleyemem.
Kopenhag’a sabah saatlerinde varıyoruz, otelimiz Rosenborg Kalesi‘nin de bulunduğu kral bahçelerine epey yakın (Kongens Have). Parkta bir tur atıyoruz. Kale/şato epey görkemli ve kuyruklu. Sonra merkezde ana caddede dolanıyoruz. Bir arkadaşımızın tavsiyesiyle Cheecake üzerinde uzmanlaşmış Bertels Salon‘da bir mola veriyoruz. Mekanda her tür cheese cake vardı. Ben Red Velvet Cheesecake aldım mesela…
Daha önce “Küçük Denizkızı” nın biraz uzakta olduğunu okumuştum. Bugüne bunu sıkıştıralım diyorum ve yürümeye başlıyoruz. Gerçekten de biraz sapa bir yerde, toplu taşıma yok ama hop-on hop-off otobüsler duruyorlar. İnsanların hayal kırıklığını anlayabiliyorum. Heykel oldukça küçük ve çok göz doldurmuyor. Ören’de plajdaki çok daha güzel :) Hele ki gün batımında denize nazır enfes duruyor. Kopenhag’daki 1913’de açılmış. Carlsberg’in kurucusu Carl Jacobsen, Kopenhag Kraliyet Tiyatrosu’nda Andersen masallarından olan küçük denizkızını anlatan bir baleden etkileniyor ve bir heykel yaptırmaya karar veriyor.
Heykeli gördükten sonra yakınındaki parkta geziyoruz ve beşgen şeklinde bir yapı gözümüze çarpıyor. Adı Kastellet ve askeri bölge içinde yer alıyor, beş tane kale burcu var. Günümüze halka açık park olarak kullanılıyormuş. Çıkışında bir fıskiyeli havuz görüyoruz (Gefion Fountain). Yavaştan otelimize dönerken de görkemli bir kilise gözümüze çarpıyor. Frederik Kilisesini daha sonra gezeceğiz de.
Ertesi gün şehrin ünlü kahvaltı ve Brunch mekanlarından the Union Kitchen‘a gidiyoruz. Fiyatları da ekledim ki biraz fikir versin. Burası epey trendy bir mekan. Hoşuma gitmeyen tek şey ise Norveç’te ücretsiz gelen musluk suyu burada ücrete tabi. Özellikle musluk suyuysa alırım demiştim, hesaba yazılmış ilginç geldi :D
169 Danimarka kronu ~€23
Bu mekan Kopenhag’ın en çok resimlenen bölgesi olan Nyhavn’a epey yakın.
Amalienborg
Burada askeri törene denk geldik. Askerlerin üniforması İngiliz askerlerini andırıyor özellikle de kafalarındaki “bearskin” denilen siyah kürkten yapılmış parça. Buranın ziyarete açık olan kısmı çok da büyük değil. Ziyaret planınızı ona göre yapabilirsiniz.
Daha sonrasında güzelliği ile dikkatimizi çeken Frederik Kilisesi’ne bir giriyoruz. Buradaki huzurla bebeğimiz de uykuya dalıyor.
Daha sonra fark ediyoruz ki Rosenborg Kalesi’ne girmek öyle kolay değil. Size özel tahsis edilen vakitte orda olmanız lazım ve epey kuyruklu bir yer.
Kopenhag Universitesi Botanik Bahçesi & Palmiye Evi & Kelebek Evi
Böyle olunca biletleri alıp yakındaki Botanik ve Palmiye Bahçesi‘ni gezmeye gidiyoruz, yine Kopenhag Kart’a dahil. İçeriye bebek arabasını almadıklarında maalesef sırayla geziyoruz. Buranın en ilginç kısımları orta alandaki merdivenlerle tepeye tırmanıp yukarıdan tüm kapalı bahçeyi görebilmek ve kelebekler odası, hem henüz koza halindeki kelebekleri görebiliyorsunuz hem de içeride bir sürü farklı renkte kelebek uçuşuyor. İçeride sürekli bir ses duyuyorduk meğer bunlar kırmızı ufak kurbağalarmış.
Rosenborg Kalesi
Bu kale epey eski ve farklı katları var. Bu görüntüsüne 1606 yılında kavuşmuş. Zamanında kraliyet sarayı olarak kullanıldığı da olmuş. Ayrıca çıktıktan sonra hazine odasına da uğramayı unutmayın derim.
Burayı gezdikten sonra epey ünlü Meksika tacoları yapan Hija de Sanchez‘in şubelerinden birine gidiyoruz. Burada Michelada ve üçlü tacodan alıyorum. Epey pahalı tabi tadı güzel ama doymuyorsunuz üç ufak taco ile, micheladasını da çok beğenmedim. Pacifico ile beklerken Corona ile geldi :)
Burası bir yemek hali bahçesindeydi gelmişken birkaç ünlü Smørrebrød ( tereyağlı ekmek) fotoğrafı çektim. Sanat eseri gibi duruyorlar
Ertesi gün epey ünlü fırın-pastanelerden biri olan BUKA’yı ziyaret ettik. Bu altta gördüğünüz içi dolu kruvasanlar fiyat olarak €8 civarında ama oldukça lezzetliler. Kopenhag’da bir antep fıstığı modasıdır gidiyor. Sağdaki antep fıstığı kremalıydı. Krema epey güzeldi. Flo hatta hayatımda yediğim en güzel kruvasandı dedi.
Kopenhag Hayvanat Bahçesi
Daha sonrasında çocuklu bir aile olarak hayvanat bahçesine gidelim dedik. Bu da kartın içine dahildi. Toplu taşımaya gerek duyduğumuz ender zamanlardan biri oldu, burası daha çok komşu şehirde diyebilirim. Epey güzel tasarlanmış bir alan. İki kısmı var. ikinci kısmına tünelden geçerek gidiyorsunuz ve “savannah” adlandırdıkları yere ulaşıyorsunuz. Burada zürafalar, deve kuşları zebralar salına salına geziniyor ayrıca çocuklar için çiftlik hayvanlarının olduğu bir bölüm var. Bu hayvanları okşayabiliyorsunuz. Ana bölümde ise filinden tutun kutup ayısına kaplanından aslanına bir sürü hayvan çeşidi var. Benim kız hayvan delisi olduğu için epey keyifli bir gün geçirdi. Unutmadan bir de panda var :)
Daha sonra kahvesiyle ünlü bir mekana daha oturalım dedik ve Coffee Collective’e oturduk. Ne yalan söyleyeyim Oslo’daki Tim Wendelboe mekanından sonra çok açmadı.
Daha sonra karta dahil olan kanal turunu yapalım dedik. Bu tur karta dahil olmasa bile mutlaka yapılması gerekenlerden, 1 saatlik tur €14’a denk geliyor. Şehrin pahalılığına göre bu tur epey uygun ve görülmesi gereken bir çok şeyi ve arka plan hikayesini çok eğlenceli bir şekilde anlatıyorlar.
Tivoli Park
Sonrasında da Tivoli Park’a geçtik. Burası şehrin daimi lunaparkı ve epey renkli. Buranın girişi ücretli ~€21, bindiğiniz aletlere de ayrı ücret ödüyorsunuz. İsterseniz sınırsız bir bilet de alabilirsiniz. Ben gelmişken bir roller-coaster deneyeyim dedim. 28 metreye yükselen “The Demon” a bindim. Tek buna biniş €12 civarıydı. Sadece tek tur yapıyor ama epey eğlenceliydi.
Christiansborg Sarayı, Kulesi, Kraliyet Mutfağı, Kraliyet Bincilik Okulu
Ertesi gün yine ana saraylardan olan ve içerisinde parlamento binasını da barındıran Christiansborg Saray kampüsüne gittik. Burada ilk Christiansborg kulesine girdik. Giriş ücretsiz asansörle tepeye çıkıp şehri kuşbakışı görebiliyorsunuz.
Royal Reception Rooms
Burası sarayın en göz dolduran yeri. Özellikle de içinde bulunan “The Great Hall” efsane. Burası 40 metre uzunluğunda ve 10 metre yüksekliğinde. Duvarlara asılı kilimler gerçekten de epey dikkat çekici. Bu kilim koleksiyonu Kraliçe II. Margrethe’e ait ve sanatçı Bjørn Nørgaard tarafından yapılmış. Toplamda 17 adet kilim var ve Danimarka’nın tarihi resmedilmiş.
The Royal Party Kitchen
Burası sarayın mutfağı. İçeride bazı davetlerden menü örnekleri var. Kullanılan araç gereçleri görebiliyorsunuz. İçeride mutfakta saklanmış ağlayan bir kız çocuğu kuklası vardı ama Danca konuştuğundan hikayeyi anlamadım.
The Royal Stables
Burası bir nevi hara gibi. Kraliyet ailesine ait bembeyaz atlar burada kalıyorlar. Bu atların cinsi Kladruber diye geçiyor, Çek Cumhuriyeti’nden geliyorlarmış. Hem kullanılan fayton arabalarını görebiliyorsunuz hem de atları görme şansınız oluyor.
The ruins
Christiansborg Sarayı’nın altında kalenin yıkıntıları bulunutoe. Hatta zamanında şehrin kurucusu sayılan Piskopos Absalon’un 1100lü yıllarda yaptırdığı kalenin gövde duvarı hala ayakta. Burada Mavi Kule’nin kalıntılarını da görebiliyorsunuz. Bu kulede 17. yy’da kralın kızlarından Leonora Christine 20 yıl hapis yatmış.
Ny Carlsberg Glyptotek
1882’de kurulan bu müze Carl Jacobsen’ın kişisel koleksiyonu, kendisi Carlsberg Biracılık müessesini kuran J.C. . Jacobsen’in oğlu. Genel olarak heykel müzesi olarak tanımlayabiliriz. Akdeniz’den Mısır, Roma ve Yunan kültürüne ait antik heykeller bulunuyor. Çağdaş heykel eserlerinden ise Auguste Rodin‘in Fransa dışındaki en büyük heykel koleksiyonu burada yer alıyor. Detaylı yazım ve eserlerin hepsi burada.
Onun haricinde tablo olarak koleksiyonda Fransız Empresyonist (İzlenimcilik), Post-Empresyonist (Yeni İzlenimcilik) ve Danimarka Altın Çağı tabloları bulunuyor.
Berthe Morisot, 1893
Buradan çıkışta da bir müzenin son 45 dksına yetişiyoruz. Kanal turu yaptığımızda rehber çok övdüğü için merak etmiştim. Sırada:
Thorvaldsens Museum
Burası tek bir sanatçıya adanmış bir müze. Kanala nazır yer alan müze, 18. yy’da yaşamış neo-klasik heykeltraş Bertel Thorvaldsen’e ait, hatta mezarı da burada bulunuyor. İki katı komple heykelleriyle kaplı. Ayrıca tavanların lapis rengine bayıldım. Daha fazla eser için ayrı blog yazım burada.
Buradan çıkışta akşam yemeğine lokal bir Danimarka restoranına gidelim diyoruz. Restaurant Karla Ben somon ısmarlıyorum Flo steak. Onun için de gezinin yıldızı bu yemek oluyor. Görünüşleri benzer olsa da ikisi de püre yatağında farklı yemekler.
Magstræde
Daha sonrasında sık fotoğraflanan sokaklardan birinin önünden geçiyoruz ben de bu fırsatı kaçırmıyorum.
Ertesi gün yine BUKA’ya gidiyoruz bu sefer farklı şeyler deniyorum. Epey beğendiğimiz bir fırın oluyor bu zincir.
Daha sonrasında ana müzelerden birine gidiyoruz
SMK – Statens Museum for Kunst
Ya da Danimarka Ulusal Sanat Galerisi de diyebilirsiniz. İçeride her müzenin vazgeçilmesi Giacometti bu sefer geçici sergi olarak karşıma çıktı. Müze ile ilgili detaylı yazım burada.
Daimi koleksiyonu ise Danimarka ve İskandinav Sanatı 1750-1900, Danimarka ve Uluslararası Sanat 1900 ve sonrası, Avrupa Sanatı 1300-1800, Fransız Sanatı 1900-1930 olarak dörde ayrılıyor. Öne çıkan eserlerden bazılarını bunlar.
Daha sonrasında hippie bölgesi Freetown Christiania ‘e bakmaya ve gördüğüm en etkileyici kuleye sahip olan “Church of Our Saviour / Kurtarıcı” kilisesine gidiyoruz. Yolda yürürken yine mimari şaheserlerden, kraliyet kütüphanesi “Siyah İnci” önümüze çıkıyor. Bu arada bu Christiania’ya bebek/çocukla girilir mi diye bir çekincemiz olmuştu; baktık 2-3 bebek arabalı gördük rahatladık. Yine de çok detaylı gezemedik.
Akşamına rezervasyon yapmadan ünlü bir pizzacı olan BÆST‘e gidiyoruz. Bir şekilde yer buluyoruz zaten bebekle çok oturmayacağımızdan sıkıntı olmuyor. Pizzaları kişiye özel değil ortaya paylaşmalık getiriyorlar ondan aynı anda gelmiyor. Bir tanesini klasik parma jambonlu aldık, normalde benim tercihim olan bir pizza değil o yüzden kıyaslayamıyorum ama eşim baya beğendi. Aşağıdaki pizza benim için de epey lezzetliydi sanırım menü arada değişiyor, şu an bulamadım hangisi olduğunu ama gerçekten de hakkını vermişler. Yani hayatımın top 5’ine rahat girer ki buna Napoli vs dahil :)
Assistens Cemetery
Buradan çıkışta inanır mısınız mezarlığa gittik, burayı Dan halkı gerçekten park gibi kullanıyor ve diye okumuştum. Açıkçası Almanya’daki mezarlıklar bence daha güzel. Almanya’da mezarlıklarda sürekli taze çiçek oluyor ve acayip bakımlı oluyor etraf. Bu açıdan olmasa da insanların içerde çok rahat olduğu bir gerçek, baya yemek yiyen nerdeyse piknik yapan vardı. Burada iki mezarlık benim ilgimi çekiyordu. Biri Andersen… Kitap klübünde geçen sene Søren Kierkegaard‘ın Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü okumuştuk. Kendisi 19.yy başlarından bir yazar.
Son günümüzde de son zamanlarda epey ünlenmiş Juno the Bakery‘e gidelim dedik. Mekanın levhası yok ama önündeki kuyruktan anlıyorsunuz neresi olduğunu. İlk olarak burada diğer kafelerdeki gibi özel kahve çeşitleri yok. Kahve olarak filtre kahve var sadece. Mekanın önünde bahçesinde oturacak yerler var ama yer bulmak zor. Bizim şansımıza tam biri kalktı oturduk. Masa küçük, oturma alanı dar ve bebek olunca bu sefer yediklerimizin resmini çekemedim fakat link vereceğim. Mesela burada antep fıstıklı kruvasan denedik, diğer mekanlara göre çok farklıydı. Bir kere kruvasan şeklinde değil salyangoz şeklindeydi ve tadı tam anlamıyla BAKLAVA gibiydi. Kesinlikle biri baklavadan esinlenmiş. Tüm danimarka fırınlarında bir kaküle modasıdır gidiyor, burasının da epey ünlüymüş. Doğu kültürünün nimetlerinden epey faydalanmışlar.