2007 yılında Portekizli Xaile grubunun bir şarkısının başında geçiyordu Pessoa’nın mısraları:
Far away, far away, Far away from here... There is no worry after joy Or away from fear Far away from here.
O zaman epey dikkatimi çekmişti.
Fernando Pessoa, oluşturduğu “persona“larla, büründüğü kimliklerle meşhur bir yazar/şair. İlk Şeytanın Saati’ni okumuştum ama asıl büyük eserin “Huzursuzluğun Kitabı” olduğunu biliyordum.
Lizbon’da 1930lu yıllarda bir kumaşçı dükkanında çalışan bir muhasebecinin güncesi? Böyle bir profilden muazzam bir entelektüelite? Kitap asla bir roman değil, tamamen çıkarımlarla dolu. Yazılanlar birbirinden kopuk.
Üzerindeki pesimistlik kisvesi bazen okurken insanı boğuyor. Oysa güneyden Akdeniz batıdan okyanus ülkesi Portekiz öyle mi? Aslında evet öyle, ülkenin ana duygusu “saudade” yani hasret/özlem. Zaten milli müziği de kader anlamına gelen fado. Kulağa epey arabesk geliyor değil mi? Bu açıdan kitabın çizgisi ülkesiyle paralel hissettirdi.
Günlük tutan bir muhasebecinin bu kadar çıkarım yapmasını bu kadar kendisini ve dış dünyayı yorumlamasını beklemiyorsunuz. Yapı olarak da neşeli ve hayata tutunan birisiyseniz yansıttığı karakterin dünyasına girmeniz zor oluyor. İlginç tespitleri var tabi, ne yaşamış da bu noktaya gelmiş diye düşünüyor insan.
Benim için kolay bir okuma olmadı, Savaş ve Barış’ı Corona zamanı bir gaz bitirdikten sonra, bu kitap için 3-4 ay gerekti. Uzun süre de okumadım, okuyamadım. Çünkü oturduğunuzda sizi saran bir hikaye örgüsü yok. Hayatla, var olmakla, hislerle, aşkla ilgili bir sürü çıkarım var.
Etkilendiklerim
Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; İnsanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle de herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. s:27
İnsan baskı altında yaşamamışsa, özgürlüğün tadını ölçemez. Uygarlık doğaya bizi öğretir. Yapaylık; doğal olana yaklaşmanın yolu budur. s:83
Her şey dışarıdan gelir; belki insan ruhu da, bir gübre yığınından başka bir şey olmayan bedenizmi topraktan ayıran, parlayan bir güneş yığındıır sadece. s:95
Kimse yorulmaz düşten, çünkü düş unutmaktır ve unutmak üstümüzde ağırlık yapmaz; uyanık uyuduğumuz, rüyasız bir uykudur unutmak. s:152
Ceasar, hırsı çok güzel tarif etmiş: “Roma’da ikinci olacağına, köyde birinci ol'” Bana gelince, ben ne bir köyde ne herhangi bir Roma’da bir hiçten başka bir şey değilim. s:247
Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum, birer hiç olan şeylerin ortasındaki soyut ve tensel noktayım s: 268
Hem ayrıca bana öyle geliyor ki yarım etmek ya da öğüt vermek, yanlış bir şekilde bir başkasının hayatına müdahale etmek demek. s:272
Ama sanatta hayal kırıklığı yoktur, çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu baştan kabul edilmiştir. s:344
Gözle görülebilir, insanı bir valık olarak, hayatımın özünün hayati bir parçasıydı. Şimdi azaldım ben. Artık tam olarak eskisi gibi değilim: Çocuk gitti. s:353
Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor. s:385
Sesim nasıldır, diye merak ediyorum, ötekilerin istemsiz belleğinde nasıl bir resim bırakıyorum, hareketlerim, cümlelerim, görünün hayatım başkalarının yorumlarının retinasına nasıl kazınıyor. s:410
Japon takımımdan bir fincan kırıldığında, bunun sadece hizmetçinin sakarlığıyla açıklanamayacağını, olayın bleki de bu sıradan porselenin kıvrımlarında yaşayan kahramanların ateşli arzularından kaynaklandığını düşünürüm, bu karanlık intihar kararı beni şaşırtmaz: Fincanda yaşayanlar, hizmetçiyi tabanca niyetine kullanmışlardır. s:494
Şehvet neydi acaba, aşk yanılmasına tensel gerçeklik kazandırmak ne demekti… s:567