Daha önce hiç Budapeşte’ye gitmemiştim. Viyana’ya gitmek isterken bu şekilde bağlayalım dedik. 3 gün ayırmıştık ama yetmedi. Birçok kere gelinmeyi hak eden bir şehir diyebilirim.
Tuttuğumuz daireye doğru yürürken mahalleden birkaç fotoğraf çektim. Epey bir duvar resmi var sokaklarda, bir tanesini çekmişim:
Gettó Gulyás
Bavulu yerleştirdikten sonra karnımız acıktığından hem de mekana da yakın olduğumuzdan rezervasyon olmadan Gettó Gulyás’a giriyoruz. Burayı Budapeşteli tanıdığım Agnes önermişti. Kendisi de gastronomi endüstrisinde çalıştığından onun önerdiği yerlere gitmeye çalıştım hep. Yediğimiz porsiyonlar büyük değil ama fiyat olarak Almanya’ya kıyasla ve hatta Budapeşte’ye kıyasla da epey uygun.
Dohány Sokağı Sinagogu
Daha sonrasında da Avrupa’nın en büyük sinagogu olan Dohany’e gidiyoruz. Buraya giriş epey tuzlu. Aslında saat başı farklı dillerde ücretsiz rehberli tur varmış ama pek bir yönlendirme yok, bize denk gelmesine rağmen kaçırıyoruz, kendi kendimize geziyoruz. İçeride sinagog haricinde, toplu bir mezarlık (Nazi zamanı getto sınırında olduğundan burada soğuktan ve açlıktan ölen 2000 kişi gömülmüş), holokost anıtı ve Yahudi Müzesi ( Burası aynı zamanda Siyonizmin kurucu babalarından Theodor Herzl
‘ın evinin olduğu yer) de yer alıyor. Sinagog 1854 ile 1859 yılları arasında inşa edilmiş. Bu arada da ilginç bilgi , Macar Yahudi göçmen Estée Lauder‘in verdiği 5 milyon dolarlık bağışla 1996 yılında tadilatı tamamlanmış.
Magyar Állami Operaház
Daha sonrasıda akşam merkeze doğru yürüyoruz. Yolun üstünde olanca ihtişamıyla opera binası bizi karşılıyor. Şansımıza içeride dolaşırken birden bir opera başlıyor ve ses girişe kadar geliyor. Sahneyi görmeden “beleş tepe” misali biraz nasiplenmiş oluyoruz.
Retro Lángos Budapest
Sonrasında yine Agnes’in tavsiye ettiği Macar pişisi olan bir lángos
dükkanına gidiyoruz. Burası salaş bir mekan, fast-food dükkanı gibi, zaten langos da bir fast-food günün sonunda. İlginç çeşitler var, mesela “pulled pork” gibi. Ben “Macar Klasiği” gibi bir şey söylüyorum. Açıkçası langos söz konusu olunca en iyi yere gitmek bir fark yaratıyor mu bilemedim. Almanya’da da kaç kez noel pazarlarında, bira festivallerinde yediğim langoslar gayet güzeldi.
Buradan çıkışta ta merkezdeki bazilikanın önünde kurulmuş noel pazarına giriyoruz. Bazilikanın üzerinde bir geri sayım var, ve ışık şov başlıyor. Fiyatlar epey tuzlu, Almanya’daki noel pazarlarından pahalı diyebilirim.
New York Café Budapest (Nam-ı diğer “The most beautiful café in the world”)
Burası kaldığımız yere epey yakındı ondan bir bakalım dedim. Google’da nerdeyse 40k’e yakın görüş bildirilmiş. Söven de var öven de, her şeyde olduğu gibi. Dışarıdan güzel bir izlenim verince sabah kahvaltısı için buraya geldik. Gözlemlediğim sabah 10 öncesi gelince kuyruk olmuyor. Biz 9 gibi ordaydık cillop gibi pencere önü yer verdiler hiç beklemedik. Mekan epey tuzlu, çoğu gelen kafeyi bir göreyim amacıyla geldiği için kahveler €10,5 dan başlıyor hatta bir de içine 24 karat altın attıkları kahveler yapmışlar onlar da €12,5. Gelmişken bari altınlı içeyim derseniz. Biz menüde Italian Breakfast for 2 diye geçen seti aldık. İçinde 2 kişi için istedikleri kahve, çay çeşidi, sıkma portakal suyu, ekmek ve croissant sepeti, meyve salatası, salam çeşitleri, reçeller ve tereyağ vardı. 2 kişi 2 kahveye €21 verinceye kadar bu sete €55 verdik. Benim için ama değdi diyebilirim çünkü mekanın ambiyansı gerçekten çok güzel, ve en önemlisi ilk başta oto-pilot bir piyano çalarken daha sonrasında canlı bir orkestra çalmaya başladı. Yani hem gözlere hem kulaklara şenlik. Bu deneyim için fiyatları makul buluyorum.
Buda Kalesi
Buraya otobüsle geldikten sonra bir asansör bulup çıktık fakat bir asansör daha olması gerekirken bozuktu. Sağ olsunlar insanlar yardım etti de bebek arabasıyla tepeye kadar çıktık aslında çok bir merdiven yok ama yine de. Burası büyük bir kompleks. Tepeye çıkmadan bir Tourist Info vardı, bize kaledeki bir oda ziyarete açık, Tarih Müzesi ile de kombinleyebilirsiniz dedi. Bileti aldık ama anca 14:30’da açılacakmış o oda. Müze gezelim bari dedik. Aynı bina gibi duruyor ama yanda ayrı bir müze daha var burası National Gallery. Enfes bir müze diyebilirim. Burası gezerken nerdeyse 14:30’u kaçıracaktık. İçeride yok yok.
National Gallery
Burası üç katlı bir müze, aynı zamanda tepedeki “Dome” u gezebiliyorsunuz ve balkona çıkıp manzarayı görebiliyorsunuz. Asansörleri var ama biraz komplike, hemen çözemedik. Katlardaki iki ayrı asansör katların ayrı kısımlarına çıkıyor gibi.
Saint Stephen’s Hall (Szent István-terem) & History Museum
Kalenin orijinal haline çevrilmiş ve ziyarete açık yegane odası. Diğer yerlerde de müze yer alıyor. Bana tarih müzesi çok elzem gelmedi açıkçası ama bodrum kata girince cazibesi arttı. Orta çağda atılan temelleri gösteren kiler bölümleri ve kale şapeli güzeldi.
Çıkışta yürüyerek Chain Bridge’i geçtik ve yine noel pazarının içersinden Agnes’in bir başka tavsiyesi Urban betyár’a gittik.
Urban Betyár
Burası da Agnes’in geleneksel yemekleri modern yorumlayan bir yer diye önerdiği bir mekandı. Mekanın içerisinde bir müze bile var. Hayatımda gördüğüm en modern ve dijital asansöre sahipti ayrıca. Buradaki yemekler de diğer restoranlara nazaran daha pahalıydı
celery root purée, caramelized potato with sage, 11500 Ft
homemade gnocchi, 11800 Ft
Buranın hemen yanında da yine Agnes’in listesinden bir strudelciye gittik.
Strudel House Budapest, Első Pesti Rétesház
Buraya tatlı yemeye gittik ama Strudel’in tuzlu versiyonlarını da bulabiliyorsunuz. Ben ahududulu, Flo ise haşhaş ve elmalı strudel ısmarladı. Mekan sahibi olduğunu düşündüğüm bey çok kibardı özellikle çocuklara sempati durduğunu düşünüyorum. Ben daha önce Schönbrunn Sarayı’nın fırınında bir strudel show izleyip tadım yapmıştım ordaki de çok güzeldi. Burda yediğim bana çok aman aman gelmedi ama sıcak sıcak da yemedim tabi.
Ertesi gün bir de aldığımız fırın tavsitelerinden birini denemek istedim. Kaldığımız yere çok yakın olduğu için arán’ın yolunu tuttuk.
arán
Burası epey küçük bir fırın/kafe, bar gibi taburelerde oturarak kahvaltı da edebiliyorsunuz. Bizim şansımıza tam biz gelirken birileri kalktı da çocukla rahat edebildik. Yoksa zor olacaktı. Burada envai çeşit ilginç ürün vardı. Tüm bu yeni “dalga” fırınların bir kaçınılmazı olan kaküleli “bun” ya da çörek diyelim. Ve antep fıstıklı kruvasan. Bunlar her yerde fiks oluyor. Burada güzel bir cruffin yedim.
Buradan doğruca Bazilika’ya gittik çünkü burayı açık yakalayamamıştık daha öncesinde.
St. Stephen’s Basilica
Burası şehrin en göz alıcı kilisesi diyebilirim. İçeri girince de sizi şaşırtmıyor. Buraya da giriş ücretli, Budapeşte’de her şey böyle. Tek giriş 2300 Ft.-, panaromik manzarayı da görmek isterseniz 6000 Ft.- ama açıkçası para vermenize gerek yok bu manzaraya başka yerlerden ücretsiz ulaşabiliyorsunuz. 1851-1906 yılları arasında Neoklasik olarak inşa edilmiş bir katolik kilisesi bu.
Bazilikada, ismini aldığı Saint Stephen I, yani Macaristan’ın ilk kralının ( 975-1038) mumyalanmış sağ eli yer alıyor. Savaş sırasında bulunmuş
Vajdahunyad Kalesi (Vajdahunyad vára)
Bu kompleks 1896 yılında Macaristan’ın “895 senesinde Karpat Havzasının Fethinin 1000. yıl dönümü” şerefine inşa edilmiş. Yeri şehir parkı olarak geçiyor. Kale, Macaristan Krallığı’nın farklı bölgelerindeki çeşitli önemli binaların kopyalarını içeren bir kompleks olarak Ignác Alpár tarafından tasarlanmış. Rehberimiz gururlu bir şekilde bahsetti. Kale özellikle Transilvanya’daki (Romanya) Hunyad Kalesi/ Corvin Kalesi’ni andırıyormuş. Farklı binalar içerdiğinden farklı mimari stiller gözlemlenebiliyor: Romanesk, Gotik, Rönesans ve Barok. Kalenin kendisi “Tarım Müzesi”ne ev sahipliği yapıyor yine kalenin içindeki kuleye çıkabiliyorsunuz. Kulenin ücreti ekstra, kalenin dışında bir kule daha var. Biz iki kuleye bilet alıyoruz. Biri Gatehouse Tower (Kapı Kontrol Kulesi) diğeri ise Apostles’ Tower (Havariler Kulesi) olarak geçiyor. Kilise bu kompleksten bağımsızmış, biz ordayken kapalıydı giremedik. Yan tarafta buz pateni sahası kurulmuştu. Yine bu mekan kaplıcalara yani termal havuzlardan birine epey yakın. Fakat termal havuzlara hala bez kullanan bebekleri almıyorlar (mesela Almanya’da bazı yerler yüzme bezini kabul ediyor, buradaki kaplıcaların sitelerinde bu bilgi yoktu risk almadım). Biz o yüzden Kahramanlar Maydanı’na yürüyüp müzelerden birini daha ziyaret ettik.
Museum of Fine Arts / Szépművészeti Múzeum
Burada bizim şansımıza Mezopotamya / Babylon geçici sergisi (Kingdom of Gods and Demons. Mesopotamia 1000-500 BCE) vardı. Zaten Pergamon / Bergama Müzesine onlarca kez gitmiş biri olarak, gösterilen çoğu şeyi görmüştüm. Bir kısmı da Danimarka’daki müzelerden gelmiş onları da gezmiştim. Yine de gezmeye değer bir sergiydi. Modern dünyadada bu krallığın etkilerini nasıl sürdürdüğünü gösteren bir oda yapmışlar. Animeler, filmler, medya… Konuyla ilgili tablolar…
Kalıcı sergi epey büyük diyebilirim. Hemen gözüme çarpan bir parça ise tabii ki “Infanta Margarita Theresa” nın bir versiyonu… Las Meninas’a üniversite zamanlarından beri epey bir sempatim var. Kendisi maalesef 15 yaşında öz dayısı ile evlendiriliyor ve dördüncü çocuğunun doğumunda 21 yaşında hayata göz yumuyor…
Master of the Augsburg Ecce Homo, 1537
Stand25 Bisztró
Müzeden sonra tekrar Buda tarafına geçtik ve Agnes’in bir diğer tavsiyesi olan. Stand25 Bistro’ya geldik. Şefler: Szabina Szulló ve Tamás Széll. Rezervasyon yaptırmıştık, hemen yerimize oturduk. Menüde birçok yabani hayvan çeşidi vardı. Eşim yaban domuzu yahnisi aldı, ben biraz klasik kaçarak Fish & Chips aldım. A bir de gulaş denedim burda unutmayayım :) Özellikle yanında gelen ekmekler çok güzeldi.
Fisherman’s Bastion
Buraya gelmişken akşam da olsa Fisherman’s Bastion’a gidelim dedik. Akşam hali de epey etkileyici diyebilirim. Özellikle parlamentonun ışıkları göz alıyor. (Parlementonun kendisine gidemedik, biletler internette tükenmiş durumdaydı ve sabah saatinde gidip günlük açılan biletlerden almak gerekiyordu.)
Maalesef burayı gün ışığında görmeye vaktimiz yetmedi ama geceleyin de göz kamaştırıyor. Burası 1895-1902 yılları arasında Frigyes Schulek tarafından inşa edilmiş. 7 kule, 895 yılında Macar yurtlarını kuran konfererasyondaki 7 Macar kabilesini temsil ediyormuş. Buraya giriş ücretsiz fakat tepedeki kuleleri görmek isterseniz ücretli.
VAJ
Sabah yine Agnes’in listesinden bir fırına gittik. Epey doluydu ama şansımıza yer bulabildik. Burada da envai çeşit kruvasan, sandviç, tost çeşidi var.
Buradan merkez tren istasyonuna gidip Viyana trenimize bindik. İki şehir arası 2 saat 40 dakika sürüyor ve biletler oldukça hesaplı bulunabiliyor.