Orhan Pamuk’un son kitabı olan “Veba Geceleri”ni Sankt Georg Kitap Klübü ile seçtik. İlk defa bu kadar taze çıkmış bir kitap seçilmiş oldu bana da fırsat oldu klüple okumuş oldum.
İlk etkilendiğim durum bu kitap hakkında Ocak 2016’da Ekşisözlük’de bir girdi var yani yazar gerçekten de Covid19’dan bağımsız beş senedir üzerinde çalışmış. Bu kadar denk gelmesi “müneccim” midir nedir diye düşündürdü.
Kitap biraz karman çorman, tam olarak hedefin ne olduğunu anlamıyor insan. Türünü de anlamıyor, polisiye desen değil, mektuplar üzerinden otobiyografi desen değil, tarih kitabı değil.
Bana bir dizi tarzı olan “Docudrama” yı hatırlattı. Netflix’te bu tür bolca mevcut hatta TR’de en bilineni de Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili yapılan: “Rise of Empires: Ottoman”. Altı bölümlük bu mini-dizide, olay anlatılırken araya “akademisyenler” giriyor ve bilgi veriyor. Yani tam olarak heyecan içinde izleyebileceğiniz bir dizi değil ama tamamen belgesel de değil. Bu tip docudramalar en çok “Viasat History” de yayınlanıyordu ben çok severdim.
Bu arada Docudramaya sadece anlatış tarzını benzettim, edebiyatta ise belki bu türü “historiographic metafiction / tarihsel üstkurmaca” olarak sınıflayabiliriz. Bir yandan da romanda geçen olaylar sadece “kısmi” olarak gerçek. Bu diğer okuyucularda biraz karmaşaya sebep olmuş, neye inanacaklarını şaşırmışlar. Çok fazla Osmanlı İmparatorluğu referansı olduğundan şimdi bu doğru mu değil mi diye epey araştıranlar olmuş.
Ben ancak klüp buluşması sırasında biraz bakındım. Gerçekten de bahsettiği bazı önemli olaylar gerçekte de vuku bulmuş. Örneğin 2. Abdülhamit’in kızı Naime Sultan’ın eşiyle V. Murat’ın kızı Hatice Sultan’ın yasak aşk yaşaması ve ortaya çıktığında gerçekleşenler gibi. Bu çok dedikodumsu oldu ama aklıma kalan örneklerden biri.
Kitabın içeriğinin çoğunu ise Pakize Sultan’ın ablası Hatice Sultan ile olan yazışmaları oluşturuyor. Fakat Hatice Sultan’ın cevaplarını göremiyoruz. Kafama takılan durum da, pandemi sırasında hiçbir gemi Minger’e yanaşmazken o mektupların nasıl gitmiş olduğu?
Bir başka dikkatimi çeken unsursa farklı dinleri ve milliyetleri içeren devletlerin bir bütün olarak hareket etme zorluğu.
Minger adasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından atanan Vali, Hristiyan halkın refahını “gözlemleyen” Avrupalı konsoloslardan dolayı hep bir baskı altında. Çünkü bir şekilde Hristiyanların haklarının yeterince göz etilmediği düşüncesi var?
Daha önce okuduğum “Leonis” kitabında da bu “bir olamama” hissini çok yoğun almıştım. Osmanlı İmparatorluğu altında yaşayan Rumlar, kendi dilleri, kendi mahalleleri ve kendi hayat tarzlarıyla geri kalan Müslüman kitleden epey bir ayrılıyorlardı. Minger adasında da bu bu duygulara epey bir kapıldım…
İçinde bulunduğumuz Corona pandemi döneminden ötürü kitabı okurken keyif aldım ama bence biraz havada kalmış gibi. Tam içime sinmedi, hem çok uzun ve detaylı hem de sizi sürükleyen bir hikaye örgüsü yok tam olarak….