Altınoluk boyunca giderken birden bir kız portresi çarptı gözüme. Bir binanın önünde posterlere basılmış bir portreydi bu. Yavaşladık… Bir de baktım Adatepe Zeytinyağı Müzesi diyor. Küçükkuyu Merkez’in caddeye bakan tarafında yer alıyor. Tabii ki de ziyaret ettik müzeyi. Giriş ücretsiz, zeytin ve zeytin üretimi ile ilgili etraflıca bilgi verilmiş. Kullanılan alet edavat, makine hepsi sergileniyor. Bir de şirin bir dükkanı var müzenin. Zeytin, zeytinyağı ve zeytinyağından üretilmiş yan mamuller. Dayanamıyorum soruyorum: Kim bu güzel kadın logonuzdaki? – Zamanında Adatepe Köyü’nde yaşamış bir Rum güzeli…
Nerede bu Adatepe Köyü bir merak sarıyor beni. Kıyıdan 3-4 km gidildiğinde tepelerde kalıyor. Zeus Altarı’na çok yakın. Bir gidiyoruz ki o ne kalabalık! Epey ünlü bir köymüş burası. Rum ve Türklerin yüzlerce yıl birlikte yaşamış olduğu Ege köylerinden… Evler o kadar güzel ki… Sokaklarında yürürken büyüleniyor insan. Aralardan deniz de gözüküyor. Rum güzelini düşünüyorum, onun yıllar önce geçtiği yollardan geçiyorum.
Meğer epey ünlü bir hikayeymiş Refika/Rebeka’nın hikayesi. Takma adı Refika olan bu Rum güzelinin çok güzel sesi varmış. Her düğünde şarkı söylermiş. Gönlünü birine kaptırmış sonra adam gitmiş. Sonrasında başlayan 1. Dünya Savaşı’nda gelen Yunan Yüzbaşılardan biri aşık olmuş Refika’ya; kaçırmış onu. Yıllar sonra 1940lar’da ziyarete gelmiş Refika. Meğer Sakız Adası’nda yaşıyormuş onca yıldır. Çoluğa çocuğa karışmış. Rivayete göre Yunanistan’ın ilk Güzellik Kraliçesi seçilmiş. İsmine türkü bile yakılmış bu güzelin. Böyle lokal öyküler çok hoşuma gidiyor; gerçekliği ne kadar bilinmese de:
Bir de adına belgesel çekilmiş Refika’nın, buyrun:
Küçükkuyu da mübadelenin kahrını çeken beldelerden olmuş. Merkezde bir heykel var. Üstünde Türkçe, Rumca ve İngilizce yazıyor. “Her iki yakadaki mübadiller anısına”… Girit ve Midilli adalarındaki değişime mahsusmuş bu, çekilen acılara, hatıralara…
Yine ve yine görüyorum. Ne kadar güzelmiş kültür çeşitliliği varken bu beldeler, köyler. Mimarisi, dokusu her şeyi değişiyor bir anda bölgenin. Yine de çok romantik olamıyorum; okuduğum bir kitap aklıma geliyor. İstanbullu bir Rum’unun hayatı, 1910lu yılları odak alarak, bilhassa 1.Dünya Savaşı’nı… Bir de kendi gözlerinden anlatıyor, olayları, Beyoğlu’nu, Pera’yı, Prens Adalarını… Çok da fazla entegre olmuş bir toplum olmadığını görüyorum. Anadolu’da da böyle miydi bilmem fakat İstanbullu Rum’un anlattıkları aynı yerde yaşamaya çalışan fakat bir toplum olamamış insanlar hissi vermişti…